İlk piyasaya sürülme tarihi: 30 Ağustos 2022 (1 Haziran 1989)
Geliştirici: Konami
Tür: Beat ’em up – Action – Platformer
Platform: PS4 (Arcade)
Oynama Tarihi: 13 Aralık 2025 – 15 Aralık 2025
Teenage Mutant Ninja Turtles yaklaşık bir saatten kısa bir oynanış sonucunda final verdi.
Oyunu TMNT The Cowabunga Collection içinde oynayıp bitirme şansına eriştim. Şans olduğunu vurguluyorum çünkü arcade oyunu oynamak için gerekli motivasyon bulmam çok zor oluyor. Ya geçenki gibi bir fiziksel makine bulup orada vaktimi ayırıp bitirmeliyim ya da emulatör kurup kendi başıma çabalamalıyım.
Cowabunga Collection bir emulatör konforuna sahip şekilde oyunu biz modern oyunculara taşımayı başarmış. Koleksiyon versiyonun içinde eski oyunların kutu tasarımlarına, kutuyla birlikte gelen el kılavuzlarına, geçmiş TV serilerinin kesitlerine ve oyun müziklerine da yer vermişler. Oyunu indirince ilk işim bunları kurcalamak oldu. Çok hoşuma gitti.
1989 yapımı TMNT arcade oyunumuza dönecek olursak ilk belirtmem gereken şey oyunun gerçekten basit ve kısıtlı olduğu üzerine olacaktır. Ancak bu Cowabunga Collection’ın bir hatası değil. Oyun 35 yaşındaki bir antika olduğu için bu oynanış yoksunluğunu tolere edebildim.
Modern TV ekranlarında bu oyun arcade makine hissi versin diye de görüntü filtresi koyma seçeneği sunuluyor. Ayrıca dualshock 4’ün option tuşu aracılığıyla da ikişer ikişer coin atarak sınırsız can ile oyunu bitirme şansına erişebilirsiniz.
Ancak her şeye rağmen oyunun oynanış yönü zayıf. Ya düz kılıç saldırısı, ya düşmanı yukarı fırlatan sert vuruş ya da uçan tekme atma seçeneğiniz var. Bunlar dışında bir saldırı imkanınız mevcut değil. Arcade oyunların oyuncuyu zorlayıp daha fazla jeton atmaya zorladığını düşünürsek bu durum pek şaşırtıcı değil elbette.
Oyuna puanım 5/10. Koleksiyon sürümü içinde yer alan oyunları da sırayla denemek istiyorum. Bakalım zamansal olarak gelişimlerine şahit olmak nasıl bir his verecek.
Shock Troopers 2nd Squad yaklaşık 30 dakikalık bir oynanış sonunda final verdi.
Elbette daha önceden oynadığım bir oyundu Shock Troopers. Ancak çocukken bitirebilmeyi aklımın ucundan bile geçiremezdim. Custom ROM’a sahip bir arcade makinesinde bile 20-30 defa jeton atma tuşuna basarak hileli şekilde bitirebildik.
Eskiden bu oyunlar sahip oldukları çıldırtıcı zorluğa ve sizin jeton alabilme gücünüze bağlı olarak sonsuz bir oynanış süresine sahip olurdu. Kimse ayakta bir düzine jetonu tek oyuna atacak kadar takıntılı olmuyordu. Çocukluğun getirdiği maymun iştahlılık ile jetonlar her makineye hemen hemen eşit şekilde dağıtılıyordu.
İçimde ukte kalan nice arcade oyunundan biri olan Shock Troopers’ı bitirmiş olmaktan dolayı çok mutluyum. Oyunu kendi imkanları, ne olmak istediği ve döneminin imkanları açısından değerlendirmeyi uygun görüyorum.
Oyuna puanım 6/10. Metal Slug’ın sekiz yöne sahip versiyonu olmasının dışında daha şiddet içerikli bir yapım olduğunu söyleyebilirim.
Marvel’s Spider-Man tahmini olarak 25 saatlik bir oynanışın sonunda 50++ seviye, tüm skill ve gadgetlar fullenmiş halde final verdi.
Oyuna ilk başladığım sırada Tom Holland’ın rol aldığı üçlemeyi henüz izlememiştim. Açıkçası Spider-Man o sıralar hayatım dışına atılmış eski bir ilgi nesnesiydi. O sebeple çıkışının üzerinden dört sene geçmiş bu oyuna karşı pek rıza üretememiştim.
Daha sonraki süreçte filmleri izledim. Miles Morales’in Spiderverse ikilemesini seyrettim. Böylece Peter Parker’ın maceralarına geri döndüm. Fakat Across the Spider-Verse üzerinden iki sene geçmişti. Biraz geç gelen bir ilgi uyanışı oldu diyebilirim.
Doğru konuşmak gerekirse halihazırda başladığım, yarım kalan PS4 oyunlarını bitirmeyi kafama koydum. Spider-Man hem yüksek boyutu nedeniyle hem de oynanması gereken bir yapım olduğu için bitirmeye karar verdim.
Oyunun neresinde kaldığımı bulmam ve hatırlamam çok zor olmadı. En nihayetinde oyunda pek ilerleyebildiğim söylenemezdi. Oyuna dönüşümü ağırdan aldım. Önce gözlem kulelerini tamamladım. Sonra backpackleri topladım. Monumentların fotoğrafını çektim derken bir de baktım yan görevlere sarmışım.
Yan görevlerin miktarı azalınca da ister istemez ana hikayede ilerleme isteği uyandı bende. Başta dövüşlerde çok zorlanıyordum. Ancak yaptığım yan görevler sayesinde hem kontrollere alışmıştım hem de XP kazanarak gücümü artırmıştım.
Görevlerin kazanımları sayesinde ana hikayede hiç zorlanmadan ilerledim. Manhattan Adası’nı da %100 yapmış oldum böylece. Ancak PSN trophylerinden birkaçını alamamış olmak üzdü beni. Açıkçası dönüp onları almak için tekrar aynı görevleri oynamayı hiç mi hiç istemiyorum. Ama belki The City That Never Sleeps ek paketindeki üç senaryoyu oynamayı tercih edebilirim.
Oyunun kendisinden de biraz bahsedeyim bari. Hikayenin kurulumunu Miles’ın görev alışını, MJ’in acar muhabir olarak kontrol edilmesi gibi kısımları beğendim. MJ ile oynadığımız birkaç bölüm beni baysa da Miles’ın üç bölümü de çok iyiydi.
Onun dışında kostümler iyi, Manhattan haritası çok iyi. Şehir gerçekten yaşıyor. Özellikle Sinister Six sonrası şehrin Devilman mangasından hallice bir kaosa sürüklenmesi oldukça tedirgin ediciydi. Hareket halinde iken sürekli birilerinin saldırısına maruz kalmak oyuncuyu tetikte tutup atmosfere sokmaya yardımcı olan bir unsurdu.
Oyuna puanım 8.5/10. Elime geçerse diğer iki devam oyununu da deneyimlemek istiyorum.
Fire Emblem Radiant Dawn tam 57 saat 26 dakika 1 saniyelik bir oynanış sonunda 20 lvl Vanguard classlı Ike ile final verdi.
Path of Radiance‘ı bitirdiğim zaman hikaye açısından Fire Emblem oyun serisinin en iyisi olduğunu belirtmiştim. Oynanış açısından ise New Mystery of the Emblem‘i beğendiğimi belirtmiştim. Ancak an itibariyle gönül rahatlığıyla söylebilirim ki şu ana değin oynadığım Fire Emblem oyunları içinde en zorlandığım ve aynı zamanda en çok sevdiğim oyun Radiant Dawn oldu.
Peki Radiant Dawn’ı farklı kılan şey neydi? Fire Emblem adıyla çıkmış ilk 12 main title içinden 7 tanesini bitirmiş biri olarak bu sorunun cevabını sadece grafikler, hikaye, karakterler şeklinde anlatamayacağım. Radiant Dawn daha prologue bölümünde iken bile beni hikayesiyle kendine çekti.
Micaiah isimli gümüş saçlı bir kahin kız ve bir önceki yapımdan tanıdığımız Sothe, Dawn Brigade adını verdikleri bir oluşum ile Begnion İşgal Ordusu’na karşı gerilla taktiği ile mücadele ettiklerini görüyoruz. Ekibe katılan karakterlerin sayısının artması ile birlikte grup adını Daein Özgürlük Ordusu olarak değiştiriyor.
Oyunun aldığı bir kararı taktir etmek için hikayeyi anlatmaya ara veriyorum. Kısaca toparlamam gerekirse, bu bir devam oyunu. Haliyle bizim oyuncu olarak, Radiant Dawn öncesinde bu oyunda göreceğimiz karakterlerin birçoğuyla evvelinde karşılaşmış durumdayız. Hangi karakteri sevdiğimi, hangisini tercih etmediğimi bile hemen hemen hatırlıyordum.
Oyun tasarımı ile uğraşan ekibin tüm oyunu üç ana “ordu” üzerine inşa edelim demiş olmaları çok hoşuma gitti. Böylece savaş alanında seçtiğimiz küçük bir azınlık ile oynayıp hep onları seviye atlatmaktansa, hikayenin farklı taraflarını farklı ana karakterlerin gözünden görerek, önceden tanıdığımız ancak dağınık halde kümelenen birimlerin de hepsine oynanış süresi vermiş oluyoruz.
Hikayede sırasıyla önce Micaiah önderliğindeki Dawn Brigade, ardından Elincia liderliğindeki Crimean Royal Knights ve son olarak da Ike önderliğindeki Greil Mercenaries ile oynama şerefine nail oluyoruz. Ike’ın hikayeye en kritik noktada dahil olması bana Marineford’a gelip savaşı durduran Shanks’ı anımsattı.
Part 2’nin finalindeki idam sahnesi oyunun beğendiğim kısmıydı diyebilirim. Elbette Zelgius’un daha sık gözüktüğü Part 3’ün ortalarında Ranulf ile yaptıkları birebir dövüş de çok hoşuma gitmişti.
Radiant Dawn’ın daha karanlık bir tonu vardı. Daha önce oynadığım diğer 6 Fire Emblem oyunu ile kıyaslarsam en hard tema sanırım bu oyunda idi. Dünyadaki her canlının taşa dönüştürülmüş olması işin ciddiyetini bir tık yukarı taşıyor.
Path of Radiance’ta var olup ağzımıza bir parça çalınan birtakım temaların bu oyunda daha derin işlenmiş olması da ayrı bir mutluluk kaynağı oldu.
Farklı canlı ırkları, dünyadaki canlılığın yaratılışı, bin senelik sınav ve yok ediliş kehaneti, eski dostların ülkelerinin iyiliği uğruna zoraki düşman hale gelişi, istemeyerek verilen bir savaş, boşa yitirilen canlar ve beyhude fedakarlıklar…
Oyun mekanik olarak Path of Radiance’ın üzerine pek bir şey koymamış. Her birim silah veya item olacak şekilde toplam 7 ekipman taşıma hakkına sahip olmuş. Bölümler ve düşmanlar oldukça zorlayıcıydı. Bu sebeple üç karakterimi yitirmiş oldum. Bunlar Part 3-13’te ölen Meg ile Part 4-F5’te kaybettiğim Gareth ve Skrimir idi.
Açıkçası endgame karakter öykülerinde biraz daha çeşitlilik beklerdim. Örneğin Gareth’in ölümü hakkında birkaç bir şey konuşabilirdi Kurthnaga. Veya Caineghis, yitirdiği oğlu Skrimir hakkında Ike ile biraz laflayabilirdi. Ama bu kısımları es geçmişler.
Part 4’ün zorlayıcılık gerçekten başıma ağrılar soktu. Özellikle de son 5 bölüm felaket sürükleyiciydi. Öğrendiğimiz plottwistler de fena değildi. Son karşılaşmaların duygusal yoğunluğu arka plan müzikleri ile güzel desteklenmişti. Çoğu kez Ike ile birlikte kılıcımı savurup düşmana tehditler savurmayı diledim.
Esere puanım 9/10. Bir süre Fire Emblem detoksu yapacağım. Sonraki devam oyunum muhtemelen 3DS’te sahip olduğum Awakening olacak.
Shotgun King yaklaşık 1 saatlik oynanışın ardından ilk defa Beyaz Şah’ı alt etmemle birlikte son buldu.
Bundan aylar önce kardeşimi ne zaman ziyarete gitsem onu hep Shotgun King oynarken bulurdum. Oyunu sadece seyrederek bile ne kadar keyifli bir yapım olduğunu hissedebiliyordum. Bir ara oynamayı aklımın bir köşesine not etmiştim. Oynamak Ağustos ayına nasipmiş.
Oyunu oynadım. Bir defa Beyaz Şah’ı devirdim. Bana yeter dedim. Damağıma bir parmak bal çalmış gibi oldum. Ancak günden güne azalan kısıtlı vaktimi başka oyunları da deneyim ederek geçirmek istiyorum. Bu nedenle çok sevmiş ve tekrar oynamayı istiyor olsam da Shotgun King’e veda ediyorum.
Oyunun CRT TV efektine bayıldım. Ekran titreşim ve retro oyun renk paleti oyuna gerçek bir kimlik katmış. Ruhu olan yapımları çok seviyorum. Bu son yıllarda zor bulunan bir özellik oldu. İnsanın kıymetini bilmesi gerekiyor.
Yapıma puanım 7.5/10. Harika bir game loopu var. Bir ara aklıma takılırsa tekrar indirip Endless modunda sürüklenmek istiyorum.
Unpacking 3 saat 36 dakikalık bir oynanış sonunda final verdi.
Oyun her ne kadar aşırı tatlı başlamış olsa da ilk bir saatin ardından kasıtlı olarak güdülmüş bir ajandası olduğu ve oyuncuya bunu üstü kapalı olarak pompaladığını fark edince gözümdeki tüm şirinliği siliniverdi.
Bir kadın bireyin çocukluğundan başlayarak yetişkinliğine değin yaşamını geçirdiği evlere ilk taşındığı anlara şahit oluyoruz. Oyun hayatının farklı dönemlerine tanıklık ettiğimiz kadının bu yeni taşındığı evlerdeki eşya kolilerini açıp odaları dizmemiz üzerine kurulu.
Nesne etkileşiminin kısıtlı olduğu puzzle türündeki bu kısıtlı ev dizayn etme oyununda bölümleri geçmek hiç de zor değil. Bazı eşyaların ne olduğunu anlamasam da birkaç kere deneyip farklı lokasyonlara tekrar yerleştirdikten sonra oldukça kolay ilerlenebileceğine kanaat getirdim.
Oyun her yaştan insana hitap ediyor. Basit bir yapısı var. Politik gündem soslu “bu oyunda bu ne alaka şimdi” gibi tepkiler vermeyecek bir insansanız oynayın derim.
SteamWorld Quest: Hand of Gilgamech 16 saat 36 dakikalık bir oynanış sonunda final verdi.
SteamWorld oyun serisine bayılıyorum. Hand of Gilgamech’e 2022 yazında Süreyya Plajı’nda oturduğum vakitler başlamıştım. İş sonrası akşamlarımda laptopumu yanıma alır parkın kıyısında yer alan Penguen Kitapevi’nde takılırdım.
Hand of Gilgamech’e de orada başlamıştım. Ancak daha sonrasında işlerin yoğunluğu, taşınmalar, askerlik vs derken bu oyunu hep gözardı ettim. Ekim 2022’de verdiğin aradan 25 Mayıs’ta dönerek bir hafta içinde oyunun yarıdan fazlasını bitirip finale ulaşmış oldum.
Oyunu Orik karakterini ekibimize kattığımız bölümde bırakmıştım. Aslında havalı ve gizemli bir karakter olmasına rağmen oyundan soğumama engel olamamış. Her ne kadar Tarah&Thayne isimli suikastçı ikilinin de dahil olması ile oynanabilir karakterler beşe yükselmiş olsa da ben oyunu başından sonuna kadar Armilly, Copernica ve Galleo üçlüsü ile tamamladım.
Hikaye Necronomicog’u bulmamızdan ve The Dark Lord’un ortaya çıkmasından sonra hız kazanıyor. Ben de o kırılımdan sonra ara vermeden kurguyu takip ettim ve macerayı tamamladım.
Karakterlere olan bağlılığım da o hikaye gelişimi ile daha sağlam oldu. Şu an oyunu bitirmiş biri olarak gönül rahatlığı ile söyleyebilirim ki devam oyunu gelmesini çok istiyorum.
Slay the Spire gibi deck-building turn-based bir savaş sistemine sahip olsa da oyun genel olarak basit bir enerji tasarruf mantığına sahip. Bir bilemedin iki adet ulti saldırısını destenizde tutup geri kalanını enerji verenler veya can dolduranlarla tamamlarsanız oyunu gözünüz kapalı bile bitirebilirsiniz.
Bu açıdan biraz eksik buldum. Oyun boyunca yeni kartlar elde ediyor veya tüccar aracılığıyla craft edebiliyor olsak da ben oyunun ikinci yarısı neredeyse destemi hiç değiştirmedim. Başından beri oynadığım üç karakterimle oyunun son yarısını aynı tas aynı hamam vura vura tamamladım.
Yeni eklenen kartlar muhtemelen son iki bölümdeki boss karşılaşmalarını daha kolay atlatmamı sağlayabilirlerdi. Ancak ben bildiğim yoldan, alışkın olduğum şekilde yürümeyi tercih ettim. Oyun bu konuda bana pek bir zorluk çıkarmadı.
Assassin’s Creed Valhalla tam olarak 81 saat 1 dakikalık bir oynanış sonunda 325 seviye güce sahip dişi Eivor ile final verdi.
Ben eski bir Prince of Persia hayranı olarak Assassin’s Creed serisini ilk çıktığı günden beri takip ediyorum. PC ve konsol gibi ana platformlara çıkış yapan oyunlarına ek olarak J2ME gibi telefon için üretilen yan ürünlerini dahi oynayıp bitiriyordum.
Assassin’s Creed deliliğim Black Flag’e değin sürdü. Black Flag 2013 senesinde çıkış yaptığında benim kullandığım PC dönemin oyunlarını kaldıramamaya başladı. Böylece sektörde çıkan yapımları günü gününe takip edemez olmuştum. 2014 senesinde PS4 almamla birlikte de PC’de oynadığım oyun sayısında gözle görülür bir düşüş yaşadım.
Serinin eski oyunlarını çok seviyor olsam da sonlara doğru formülün iyice sıkıcı bir hal aldığını düşünmeye başlamıştım. Bu nedenle de Black Flag ve Freedom Cry isimli yapımları oynamama rağmen Unity, Rogue ve Syndicate üçlüsünü henüz denemedim.
Ubisoft Montreal Assassin’s Creed Origins ile oyunda köklü bir değişimin duyurusunu yaptığında seriye olan ilgim tekrar uyandı. 2017 senesinde yeni bir bilgisayar da almıştım. Aynı sene çıkan Origins’i 2018 yazında bitirmeyi başarmıştım.
Origins’i bitirmenin birkaç ay ardından gözümü Odyssey’e dikmiştim. İki oyun da tarihin en sevdiğim dönemleri olan Antik Akdeniz dünyasında geçiyor olsa da Odyssey, Origins’in kafaya koyup da tam gerçekleştiremediği ne varsa hepsini iyi bir şekilde hazırlayıp sunabilmiş bir yapımdı. Bu nedenle Odyssey, yenilenen AC serisinin benim gözümde en iyi oyunu olmuştu.
İki senenin ardından herkes Antik Dünya üzerinden devam edeceğiz diye beklerken Ubisoft Montreal ekibi birden bizi Viking istilalarının gerçekleştiği 10. yüzyıl Britanya’sında karaya çıkardı.
İlk başta pek ilgimi çekmedi. Açık konuşmak gerekirse 2010’lu yıllarda fırtına gibi esen Viking modası beni daha fazla bu tarz içerik tüketme konusunda isteksiz hale getirmişti. Thor filmleri, Vikings dizisi, The Last Kingdom dizisi, For Honor, God of War (2018), The Banner Saga, Vinland Saga animesi ve Türkiye’de artan metal müzik ilgisi… Anlayacağınız doyuma ulaşmıştım. Fazlası bünyeme zarar verir olmuştu. Bu nedenle oyunu es geçmiştim.
Vinland Saga animesinin ilk sezonunu bitirmemin ardından 2025 senesinde tekrardan içimde bir Viking sevgisi ve ilgisi doğdu. Böylece PS Store’da gördüğüm indirimi bahane ederek AC Valhalla’yı oyun kütüphaneme katmış oldum.
Oyunun kendisinden bahsetmek gerekirse öncelikle hikaye Vinland Saga’nın etkisinde kalmış. Babasını öldüren adamın peşinden Britanya’ya yola çıkan birini kontrol ediyoruz. Eivor’un cinsiyetinin kadın mı erkek mi olacağını belirleme meselesini de Animus’ta yaşanan bir anomali olarak kurgulamaları hoşuma gitti.
Oyunun hikayesi karakterlerin baş başa sahnelerini, gergin anları güzel canlandırabiliyor. Atmosfer ışıkları, kullanılan atmosferik müzikler ve vurucu diyaloglar oyuncuyu ekrana kitliyor. Ancak bunlar çok nadiren gerçekleşiyor ve oyunun çoğu anında, buna ana görevler de dahil, kendinizi pek de vermiyorsunuz.
Norveç’teki Rygjafylke haritasının tamamını bitirmek için saatler harcadıktan sonra Britanya’ya yelken açtık. Ravensthorpe isimli yerleşkemizi Grantebridgescire bölgesine kurduktan sonra görevleri yapmaya bir süre daha devam ettim. Hikayenin devamındaki Ledecestrescire bölgesini yaparken yarısından sonra bir baygınlık hissetmeye başladım.
Yan görevler ben yaptıkça azalmıyor, git gide daha da artıyordu. Ben daha oyunun %10’una bile ulaşmamışken 20 saatlik bir oynanışı aşmıştım. Bunu fark edince yeter be deyip kendimi sadece ana görevlere verdim. Ki yan görevlere dalmadığım halimle bile onun üzerine 60 saat daha vakit geçirmem gerekti.
Oyunun hikayesinde özel olarak değinilecek bir şey yok. Great Heathen Army sonrasında kurulan Danelaw’u Britanya’da hakim kılmak hedefiyle, Wessex kralı Büyük Alfred’a karşı her bölgeden kendimize müttefik ayarlamaya çalışıyoruz. Hristiyan Anglo-Sakson krallarını indirerek yerlerine ya işbirlikçileri ya da güvenilir Danları yerleştiriyoruz. Oyunun bu kısmı Shadow of War’u epey andırıyor.
Benim senaryoda en sevdiğim kısım Eivor’un çocukken bir kurt saldırısına uğraması ve yüzünde kocaman bir çizikle dolanması nedeniyle Wolf-Kissed lakabı taşıyor olması. Eski oyunlardaki Assassinlerin kullandığı Şahin/Kartal/Doğan aksine bir Kuzgun kullanıyor olması da güzel bir detaydı.
Odin’in Ragnarok sırasında, Loki’nin oğlu Fenrir isimli bir kurt tarafından öldürüldüğüne gönderme olduğunu herhalde herkes anlamıştır. Ayrıca Odin’in yedi alemden haber almasını sağlayan yardımcısı kuzgunları da es geçmemek gerekli. Elbette farklı isimler ile Midgard’ı ve diğer alemleri gizlice arşınlayanın da o olduğunu hesaba katarsak Eivor-Odin ikilisi oldukça güzel örülmüş görünüyor.
Eivor’un üvey kardeşi Sigurd da oldukça sevdiğim bir karakter oldu. Yine oyunda en sevdiğim ve akılda kalıcı kötü karakter olan Fulke tarafından esir düşürülene kadar pek varlığını önemsemesem de, oyunun son çeyreğinde oldukça önemli rol oynayan Tyr ile benzerliği yüksel bir karakterdi.
Gerçek dünyada yaşanan olaylarda Layla Hassan yerine Basim’in geçmiş olması, post-gamede Eivor’un anılarına nasıl eriştiğimiz konusunda beni şüphelendirse de AC4’ten hatırladığım kadarıyla Animus için elde edilen bir hafıza parçası, aynı DNA’yı paylaşma şartı olmadan herhangi birinin de geçmişte dolanmasına imkan sağlıyordu. Bu nedenle Basim ile oyuna devam etme kısmına fazla takılmadım.
Odyssey’de envanterimi daha düzenli ve özenli kullanmıştım. Zırh seti peşinde koştuğumu hatırlıyorum. Ancak bu oyunda bir kere oyunun başında üzerimi kuşandıktan sonra ne silah ne zırh hiçbir şeyi değiştirmedim. Yeterli malzemem varsa seviye yükseltmesini yaptım, yuvası varsa gem taktım ve bıraktım. Oyun zaten yeterince kolaydı. Diablo, Path of Exile vb. oyunlardaki gibi DPS hesabı yapmam hiç gerekmedi. Belli bir seviyeden sonra skill ağacındaki pasifler ile zaten tek vuruşta düşman öldürmeye başlamıştım.
Oyunun skill ağacı önceki oyunların düzenli menülerinin aksine, Path of Exile gibi sarmal bir ilişkiler ağına dönüşmüş. Aktif skillere ek olarak bol bol pasif skill edinebildiğimiz bir ağımız var. RPG oyunlarda pasif yetenek kazanma olayını her zaman sevmişimdir. Bu nedenle Valhalla’nın getirmiş olduğu bu ufak çaplı stat yükseltme ve boncuk harcayarak azar azar güçlenme işinin büyüsüne kapıldım gittim. 325 güç seviyesinde olduğumu göz önünde bulundurursak, her seviye atlamasında 2 boncuk hakkı var verildiğini not edersek, yan görevlerden 3-5 bir şeylerin de geldiğini unutmazsak aşağı yukarı 150 defa seviye atladığımı düşünüyorum.
Gereğinden fazla uzun bir oyundu. Asgard Arc, Suthsexe Arc, Vinland Arc, Hordafylke Arc gibi birkaç öykü parçası dışında hiç ama hiç ilgi çekmeyen bir silsile idi. Özellikle bölge ele geçirme görev serisinin finalinde müttefiklerimiz ve Wessex güçleri arasında gerçekleşmesini beklediğim büyük çarpışma tam bir rezaletti. Hayatımda gördüğüm en kötü görev sonlarından biri. Neyse ki Hordafylke Arc finali ile bu serinin haysiyeti kurtarılmış.
Oyuna puanım 7.5/10. Mirage ve Shadows’a yakın zamanda başlayacağımı düşünmüyorum. Muhtemelen eski serinin kayıp halkalarını tamamlayıp modern oyunlara öyle dönüş yaparım.
Pokemon X tam 44 saat 13 dakikalık bir oynanışın ardından 75 lvllık bir Delphox ile sona ulaştı.
Bu senenin gidişatı eski oyunlarımı toparlamak üzerine şekillenecek gibi gözüküyor. Neredeyse on seneyi aşan süredir bitirmemiş olduğum oyunlar dahi mevcut. Oyun listeme temiz bir başlangıç yapmak için geçmişten kalan bu yarım kalmış deneyimleri tamamlamam icap ediyor.
Pokemon X oyununa 2014 senesinde aldığım Nintendo 3DS konsolu ile birlikte kavuşmuştum. Ancak oynamaya çok daha sonra başladım. Bunun sebebi serinin önceki oyunlarından DS konsoluna çıkış yapmış olan Soul Silver, Platinum ve White’ı oynamayı öncelik edinmiş olmamdı.
Serinin altıncı halkasına gelinceye değin oynadığım oyunlar Fire Red, Soul Silver, Sapphire, Platinum, White ve son olarak da X oldu. Bu seçimleri genellikle oyunun kapağında yer alan Legendary Pokemon’un stiline bakarak yapıyorum. Oldukça önyargılı bir seçim. Oyunu kapağına göre yargılıyorum diyebilirim.
Velhasıl önceki beş nesilde oynamaya başladığım yapımları çok uzun olmayan bir periyotta tamamlamış olsam da Pokemon X benim için bir tabu haline dönüştü. Oyunun üç boyutlu dizayn edilmiş Lumiose City’si, zayıf yönlendirmeler ve yerleşimi korkunç olan bir omuzüstü kamera açısı nedeniyle beni hikayenin başında koparıp attı.
Üç boyuta karşı bir insan değilim. Sadece tercih etmem. Özellikle beş nesil boyunca top-down Pokemon oyunları ile büyümüş biri olarak tüm önyargılarımı bir kenara atmıştım. Derin bir soluk çekip maceraya girişmiştim. Lakin o şehirde paten üzerinde gezinirken yön bulmak, görevin nerede olduğunu anlamaya çalışmak beni feci rahatsız etmişti. Tam sekiz sene boyunca ben Pokemon’u altıncı nesilde sıkışmış halde bırakmıştım.
Ta ki kız arkadaşım bana Pokemon aşkımı tekrar hatırlatana kadar. Onun sayesinde 3-4 aydır ciddi bir Pokemon araştırma ve oynama sürecine girdim. Tekrar kültür tüketim tedavülüme dahil olduğu için çok mutluyum.
Günlük olarak Pokemon TCG Pocket’tan görev yapıp birer ikişer paket atarak koleksiyonumu tamamlamaya çalışıyorum. Bu da beni hem Pokemon video oyunları hem de Pokemon kart oyunu hakkında sıcak tutuyor. Bu heyecanım ilerleyen günlerde zayıflayabilir gibi görsem de altı ay içinde tekrar alevleneceğini düşünüyorum.
Oyuna geri dönecek olursak. Başta şunu belirtmeliyim ki ben ilk kez bir Pokemon oyununda Kadabra ile oynamaktan vazgeçtim. Önceki her nesilde Hall of Fame’inde Kadabra yer alırdı. Ancak X’te oyunun ikinci yarısında Kadabra ile yollarımı ayırma kararı aldım. Bunun asıl sebebi Xerneas’ı ekibe dahil etmiş olmam da olsa Kadabra oyunda karşılaştığımız rakiplerin karşısında epey sönük saldırılar yapıp ayak bağı oluyordu.
Pokemon şampiyonu komik bir şekilde Elite Four’dan çok daha zayıftı. Ben su elementini temsil eden Elite ile çok uğraştım. Hatta bir ara bir yıldırım Pokemon’u almak için geri dönüp onu kasıp sonra mı uğrasam diye bile düşündüm. Ancak birkaç başarısız denemenin ardından doğru bir Xerneas kullanımı ile Elite’in elinde yer alan Starmie ve Gyarados’u alt etmeyi başardım.
Oyunu oynarken iki lokasyon beni ilerleme konusunda engelledi. Bunlardan biri Terminus Cave, diğeri de Pokemon Village kuzeyinde yer alan bir mağaraydı. Kapılarını tutan NPC, Pokemon Champion olduktan sonra buralara girebileceğimi söylemişti. Bu bilgi aklımın bir köşesinde duruyor. Oyunu da bitirdiğime göre bir ara can sıkıntısı çekersem girip tüm Pokemonları yakalama işine girişebilirim.
Şu PokeBank olayının ne olduğunu unutmuş olsam da bana single player oynanış deneyimim içinde herhangi bir şekilde rahatsızlık vermedi. Belki tüm Pokemonları yakalamak konusunda ekstra depolama yeri sağlıyordur. Doğru anımsayamadıysam da aklıma takılınca internetten bir şekilde öğrenirim.
Şimdilik oyundan güzel bir şekilde ayrıldığımı belirtebilirim. Oyunda tek bir rakibimiz olması yerine Serena, Shauna, Tierno ve Trevor isimli çocuklardan oluşan bir ekiple dolanıyor olsak da ben rahatsız olmadım. Hiçbirinin bir Barry sempatikliği olmasa da Serena dövüşleri zorlayıcı olması açısından akılda kalıcı oldu diyebilirim.
Yaklaşık 3 saatlik bir oynanışın sonunda oynanışım 10027 puanlık skorla sona erdi.
Telefonda oyun oynamaya fikrine eskiden karşı idim. Ancak bunun sebebi kaliteli eser veya optimizasyon gibi şeylerle alakalı değildi. Tek kısıtlayıcım, sahip olduğum telefonun (S8) günde iki defa şarj yemeden kullanılamıyor olmasıydı.
Benim gibi eski telefon kullanan insanlar bu şarj meselesinden çok çekmiştir. Derdimi az çok tahayyül edebileceklerini düşünüyorum.
Balatro’yu bitirdikten sonra açık öğretim derslerime odaklanırım demiştim ama TC sağ olsun kafamı duru bir şekilde odaklayamadım. Bu yüzden gün içinde yine sosyal medyaya girip modumu mahvetmemek adına Life in Adventure isimli oyunu deneme kararı aldım.
Oyun seçimlerimizle şekillenen, D&D dövüş sistemine sahip bir Kore yapımıdır. İlk oynadığım senaryoda üç farklı yan öykü aktif haldeydi. Ana görev iskeleti üzerinde çeşitlenen oyuna yan görevlerin de dahil olması ile 123 sayfa/seçimden oluşan bir senaryo ortaya çıktı.
Oyunun XP edinim, tool mantığı, merchant ile ticaret düzeni oldukça keyifliydi. Bir büyücü olarak başladığım hikayeyi Rogue ya da Ranger olarak sonlandırmış olmak beni garip hissettirse de oyun, doğru itemlere sahip olduktan sonra her türlü durumu mümkün hale getiriyor.
Bir mobil olarak değerlendirmek gerekirse esere puanım 6/10. Sürükleyici ancak yer yer uzun metinler insanı bayabiliyor.